19 Şubat 2017 Pazar

Gurur Tablosu


İki gün evvel kazananlarını duyurduğum Sinemarquez Ödülleri'nin 5 yıllık mazisi var. 2011 ve 2010 sezonlarının da yolda olduğu ödüllerimin top 10 filmleri nelermiş şöyle bir bakayım, hatta bir postta hepsini toplayıp sizlerle de paylaşayım istedim. 2012 - 2016 sinema yıllarının en beğendiğim 50 mahsulü aşağıda en az sevdiğimden en çok sevdiğime doğru sıralanmış halde. En az sevdiğim dediğime de bakmayın, zira 50. sıradaki filmle bile ciddi gönül bağım var. İzlemeyenler ve merak edenler için imdb profillerini de ilintiledim filmlere, ziyaret edebilirsiniz. Ben sanırım en çok 2013 sezonunu sevmişim. 

17 Şubat 2017 Cuma

Sinemarquez Ödülleri'16


Banner fotoğrafımızın uydurukluğunu ve Beylikdüzü Metrobüs Durağı stilini lütfen mazur görünüz efenim. Sinemarquez Ödülleri, son yıllardaki tercihlerini gözlerimi saniyede 20'şer kez devirerek karşıladığım, Oscarlara, Altın Kürelere, Altın Palmiyelere, Altın Ayılara, Césarlara ve bilumum ödül listelerine "öfff, ne gerzek seçimler bunlar yahu, iş başa düştü" şeklinde tepkiler verip meydan okumam sonucunda doğdu. İtiraf etmek gerekirse, öyle çok büyük bir okuyucu kitlesi de olmayan blogum ile sezon filmlerini tüm pespayeliklerine rağmen yılmadan takip etme aşkımı sırf bu eğlencemi sürdürebilmek için diri tutuyorum. Aşağıda 14 ayrı kategoriye bölünmüş ödüllerimi bulabilirsiniz. Ben Cannes mantığıyla farklı dallarda apayrı işleri taçlandırmayı seviyorum. 2016 film sezonunda da bana göre ön plana çıkıp parlayan tek bir yıldız olmadığı için yine her filmi sadece bir veya iki kategoride ödüllendirmeyi tercih ettim. Hepsi benim zevkim, benim tercihim. Hepsi benim çocuklarım (?). Kazananlara benden birer öpücük, candan bir sarılış gidecektir muhakkak. İlk onda tembelliğimden ötürü henüz izlenimlerimi paylaşamadığım 3 adet film göreceksiniz (hatta ipi göğüsleyen film de bunlardan biri). Önümüzdeki günlerde onlar hakkında keseceğim ahkamları da bloga eklemeyi umuyorum. Öncelikle ödül listelerimi paylaşmak istedim. E haydi buyursunlar o zaman... 

1 Şubat 2017 Çarşamba

Jackie


Jackie için kısaca bir halet-i ruhiye filmi denilebilir aslında. Spot ışıklarının altına itilmiş, milyonların gözü üzerine çevrilmiş yaslı bir kadının zifiri karanlığa gömülmüş ölgün ruh halini izliyoruz sadece. Amerikan Başkanı John Fitzgerald Kennedy'nin 1963'te kurban gittiği korkunç suikasta ve sonrasındaki cenaze törenine kadar geçen yas sürecine, gençliği güzelliği ve şıklığıyla nam salmış first lady Jacqueline Kennedy'nin gözünden, çarpık ve baş döndürücü bir kurguyla bakmamızı sağlıyor film. Suikastın ardından cehennem simülasyonuna programlanmış Beyaz Saray'da zebaniler devletin bekası için halef başkanın yemin zırvasına odaklanmış, ablak suratlı yeni first lady duvar kağıtlarını değiştirmenin derdine düşmüşken; Jackie yapayalnız bir halde matemine bir anlam vermeye, iki küçük çocuğuna babalarının ölümünü anlatmaya çalışıyor. Yönetmen Pablo Larrain, biricik first lady'yi Beyaz Saray'ın salonlarında pahalı mobilyaların, kadife perdelerin arasında, stilize kıyafetlerin, siyah tülden şalların içinde, kendisine musallat olan eski başkanların ruhlarıyla beraber içkisini yudumlarken, hıçkıra hıçkıra ağlarken, ve evet kafayı yerken resmediyor. Kocasının, kollarının arasında can verdiğini, kurşunlanmış beyninin parçalarının meşhur pembe elbisesine, naylon çoraplarına yapıştığını ve kan gölüne dönen arabanın içinde yolculuğa bir müddet daha devam ettirildiğini hesaba katarsak Larrain'in anlatı için meczupluğun sınırlarında gezinen bir konsept seçmesine hak vermek lazım. Jackie, bu kasveti bol janjanlı tablonun içinde ayaklı bir bibloymuşcasına geziniyor. Alabildiğine işlevsiz. Bulunduğu ortama yakışıyor, hacimsel olarak yer kaplıyor belki ama ruhsal manada yok hükmünde. Yine de eşinin hatırasına sahip çıkmak için var olmaya çalışıyor, yaşadıklarının sahiciliğini hazmedebilmek için etrafındakilere hissettiklerini tüm çıplaklığıyla anlatıyor, böyle anlarda kimimizin çenesi açılır ya hani o hesap. Arada kah silikon yatağına uzanıp, kah yerdeki el emeği dokuma halısına devrilip derin bir sükunet içerisinde sinir krizleri geçiriyor. Jackie'nin tüm travmaları mekanla ilintili gerçekleşiyor yani. E tüm bu paket Natalie Portman'ın harika oyunculuğuyla kesişince de filmden etkilenmemek mümkün değil. Lakin çok kısır bir senaryoya sahip Jackie, bundan da bahsetmek lazım. Olaylar bir röportajın çevresinde belgesel tadında ağır aksak ilerliyor. Bir de filmin içindeki karakterlerin söyledikleriyle işaret ettikleri bambaşka şeyler olunca ve ağızlardan sürekli kasıntı bir biçimde özdeyişvari bölük pörçük replikler dökülünce soğuyorum ben izlekten. Bu film diyalogsuz olsaydı belki, Mica Levi'nin arka fonda çalan endişe verici müzikleriyle beraber bir girdapmışcasına daha çok içine çekip sürükleyebilirdi seyircisini.  Larrain öyle bir atmosfer yaratmış ve kadraja aldığı her objeye matem havasını öylesine sindirmiş ki durumun vahametini salt görüntülerle anlıyorsunuz zaten, laf kalabalığına gerek yok. Ancak tabii bu haliyle bile benden yüksek bir not koparmayı başardı film, hakkını teslim etmeliyim... Yarasın! (B+)
.