29 Ocak 2017 Pazar

Loving


Aşkın renk, dil, din, millet, cinsiyet tanımadığının sinemada kendine yer bulmuş belki de milyonuncu örneği Loving. Ama milyonda bire imza atarak sahneyi mesaj kaygılarından daha çok sevginin en sade, en olağan dışavurumuna bırakıyor. Mildred ile Richard Loving çiftinin devlet ve toplum düzenine karşı onyıllar sürmüş hukuk mücadelesinin satır aralarını izliyoruz filmde. Amerikan yasaları üzerlerine vazifeymiş gibi beyaz adamla siyahi kadının evliliğini ayıplamakla kalmamış, çiftin yatak odalarına müdahil olma dangalaklığına (affedersiniz) kadar vardırmış işi 60'lı yıllarda. Bunları da içeriyor film elbette. Fakat mahkeme salonlarında yatıp kalkan, ırkçı saldırılara ağız dolusu küfürler savurmamız için pusuda bekleyen bir anlatı değil buradaki. Bunların ötesinde, meyveler vermiş sıradan bir evliliğin gündelik işleyişi ön planda daha çok. Yönetmen Jeff Nichols  önemsiz şeylerin, tali duyguların, küçük mutluluk ve mutsuzlukların doğal tematiğine çevirmiş kamerasını. Böylece çok daha güzel bir seyirlik çıkmış ortaya. Bir tarafta çocukları ve karısı için endişelenen, onları her türlü kirli bakıştan muhafaza etmeye çalışan, bundan mütevellit içe kapanan bir adam (Joel Edgerton); diğer tarafta da yanlış bir şey yapmadıklarının farkında olan ve göz önünde olmaktan çekinmeyen cesur bir kadın (Ruth Negga) var. Hır gür içinde günah çıkaran şiddet dolu mizansenlere hiç gerek yok, onların arasındaki samimi denge yetiyor seyirciye. Zaten çektikleri sıkıntıları sebat ve aşkla nasıl bertaraf edebildiklerini anlamak isteyenler için çiftin yemek sofrasında bile her an evimiz basılabilir diye diken üstünde otururken, birbirlerine gülümsemekten vazgeçmemeleri kafi kanımca. Akademi'nin geçen yılki #OscarsSoWhite çığırtkanlığından sonra zemin o denli müsaitken bu yıl Fences ve Hidden Figures gibi siyahi menşeli vasataltı işleri aday edip Loving'i görmezden gelmesine şaşırmamalı. Zira onlar gözyaşları eşliğinde haykırılan didaktik monologları ve köpürtülmüş dramatik sahnelerin vuruculuğunu tercih ederler daha çok. Loving'in gürültüden uzakta usul usul yakılmış ağıdını anlamlandırabileceklerini sanmıyorum. Neyse. Ruth Negga'nın çemberin içinde kendine yer bulabilmesine sevinelim biz en azından. (B+) 


26 Ocak 2017 Perşembe

Manchester by the Sea


Tek bir kıvılcım yetiyor tüm hayatımızı ansızın söndürmeye. Bir bakmışız dünyamız altüst olmuş, yapayalnız kalmışız koca evrende. Her yeni gün bir öncekinin aynısı artık: kuru, ıssız ve çekilmez... Belki fazla kaderci gelecek sözlerim ama yine de baş aşağı da olsa, yere paralel bir şekilde de sürse kanıksayıp yaşamaya, nefes almaya devam ediyoruz birçoğumuz. Tuhaf. Çünkü, dünyamızı başımıza yıkacak olayların vuku bulma ihtimali bile kanımızı dondururken; gün içinde sürekli aman şöyle olursa mahvolurum, onu kaybedersem yaşayamam vesaire gibi kat'i söylemlerde bulunurken kendimizi farkında olmadan hazırlıyoruz felaketlere. Sonra trikotajla hiçbir ilgisi olmayan zalim kader yine ağlarını örüyor, musibet okları yayından çıkıp sırtımıza saplanıyor ancak bir türlü can bedenden çıkmıyor işte. Sahiden insanoğlu her şeye alışıyor, her şeye göğüs geriyor...  Manchester by the Sea, alışmak ne menem şeydir, ne derecede alışılır, ne yapmalı da iyileşmeli, acılarımız zamanla diner mi gibi sorular sorduruyor seyirciye. Öyle yaşamın içinden bir hikayesi var ki, tek ve evrensel bir cevapla geçiştirmek mantıksız kalır, aradığımız yanıtlar da kendimizde saklı esasen. Deneyimlediklerimizde ve tosladıklarımızda hatta. Seyir devam ederken bir yandan da empati mekanizmamızı açık tutup olanlar karşısında mübalağalı hislenmemiz de bu yüzden sanırım. Sokakları denize açılan bir kasabaya geri dönüşün, her köşe başında acı bir hatırayla karşılanışın ve her seferinde yeniden parçalanıp yeniden toparlanışın öyküsü bu. Lee (Casey Affleck) deneyimlediği ve tosladığı sıkıntılar sonrası terk ettiği memleketine kardeşinin ölümü üzerine geri dönmek zorunda kalıyor. Önce cenaze merasimini tertipleyecek sonra da abisinin vasiyetine sadık kalıp yeğeninin (Patrick - Lucas Hedges) bakımını üstlenecek. Manchester'da olmak öyle zor ki onun için aldığı nefes zehir geliyor sanki, kapanmayan vicdan muhasebelerinin, peşini bırakmayan yaşanmışlıkların ağırlığı altında un ufak oluyor. Geçmişteki trajedileri flashbacklerle sürekli hatırlatıp seyirciye de neye uğradığını şaşırtıyor yönetmen Kenneth Lonergan. Lee'nin hayata karşı sakil duruşu, rüzgarda savruk başına buyruk oluşu ve arka fondaki Albinoni klasiği de gam yüklü belleğin tavanarasında gezinirken daha bir anlam kazanıyor. Onun geçmişi tren enkazı adeta. Yaraları deşildikçe, karanlık virajlara inildikçe yüreğimiz yana yana anlıyoruz bunu. Yalnız, filmin melodram yüklü, salyalı sümüklü, sinsi bir aile draması olduğunu sanmayın. Yaşananlar karşısındaki tepkiler son derece insani, sade ve metanetli burada. Mesken seçtiği şehirden ilham alınarak havadar, steril ve pürferah bir ortam yaratılmış. Bu ortamda başa gelen her şey çekiliyor sine sine. Ağlanıyor elbette, ağlamadan rahatlamak mümkün mü? Ama dökülen gözyaşları da alabildiğine ekonomik ve vakur bir dik duruşla harcanıyor. Olsun, ne hacet var aksın gözyaşlarımız aslında. Kurusun göz pınarlarımız. Sonunda birbirlerine tutunan amca-yeğenin ağır zayiat verdiği Manchester savaş meydanından yine birbirlerinin yaralarına üfleyerek çıkışını seyretmenin yüreklere serptiği bir damla su her şeyi unutturur. Bir damla su denize karışırsa acısını, yalnızlığını unutup uçsuz bucaksız göklerle arkadaş olur. İnsan işte. Ne yaşanırsa yaşansın kök salmaya, cılız bir umutla yeşermeye ve gün be gün çiçekler açmaya devam ediyor, ve edecek de. Bir yanı hep eksik kalsa bile... Lee de öyle yapacak. (A+)

17 Ocak 2017 Salı

La La Land



Ahh... Bu "rüyalar gerçek olsa seni her gün görürdüm, o incecik beline sarılarak yürürdüm / sabah olmasın diye güneşi durdururdum, yanardağlarda tüten ateşi söndürürdüm" mottolu La La Land hakkında ne yazsam bilmiyorum. Böyle girdiğime bakmayın, elbette beğendim. Hem de çok. Hatta yarattığı rengarenk karnaval atmosferini öyle sevdim ki ekranın içine cumburlop dalıp o cıvıltıya müdahil olamadığım için çok üzgünüm şu an. Bıraksalar gıkımı bile çıkarmadan tüm ömrümü Los Angeles'ta bir sokak lambası olarak tüketebilirdim. Filmden çıktıktan sonra eve dönüp koltuğa yığılarak mandalina emiklemekten daha keyifli bir aktivitedir diye düşünüyorum en azından. Neyse. Hollywood film stüdyolarından hoş bir seda bahşediyor La La Land kulaklarınızın hatta gönüllerinizin pasını silmek için. Hayallerinizin peşinden koşun diyor. Diyor demesine ancak hayalleriniz her zaman istediğiniz formda gerçekleşmeyebilir, buna hazırlıklı olun ve sakın vazgeçmeyin diye de mesajını eklemeyi ihmal etmiyor. Los Angeles'ın ruh okşayan sarhoş esintili, müzikal akşam karanlığında dans eden iki hayalperest: Mia (Emma Stone) ve Sebastian (Ryan Gosling). Biri aktris olma heveslisi, diğeri de gönül verdiği caz müziğe yeni bir soluk getirmeye niyetli. Aşık oluyorlar. Tutkulu düşler, anlık sevinçler, kıpır kıpır danslar ve harika şarkılar karışıyor aşklarına film boyunca, hayal nerede bitiyor gerçek ne zaman başlıyor anlamanın imkanı yok. Arka fonda da geceleyin bile maviliğinden ödün vermeyen yıldızlı tanrısal gökyüzü! Gökyüzü hepimizin elbette, ama hayalleriyle yaşayan insanlar onunla daha çok haşır neşir, değil mi? Öyle bir gökyüzü ki bu, La La Land’in dingin, düşsel notalarına ilahi bir zevk katıyor. Ön plandaki ikiliye ve tabii ki seyirciye de aşka gelip kayan yıldızların arasında memnuniyetle uçuşmak kalıyor haliyle. Gerisi ise baki mutluluk… Damien Chazelle’i eski görkemli Hollywood müzikallerini 2016 dijital sinemasında yeniden dirilttiği için takdir etmemek olmaz. Gerçekten o peri tozlu, naif - nostaljik havayı her kareye sindirmiş. Sinema için uyanıkken rüya görmek derler ya hani bir nevi, hah işte bu deneyimi iliklerinize kadar hissettiriyor Chazelle. AMA... Tüm bu temaşayı çocuksu bir heyecan ve acemilikle işlerken özellikle kalabalık sahnelerin yönetimindeki yetkinsizliği, senaryonun ucuzluğu ve ana karakterlerinin tek boyutluluğu da göze çarpıyor. Ha, bunlar büyüyü bozuyor mu peki? Kesinlikle hayır. Film bittiğinde hayaller gerçek olsa diye iç geçirmeyen bizden değildir! (A-)
Son olarak fragmanı da paylaşayım, havamızı bulalım.


16 Ocak 2017 Pazartesi

Christine


“Haber spikeri Christine Chubbuck, bu sabah Kanal 40’ta canlı yayınlanan bir sohbet programında kendini vurdu. Sarasota Memorial Hastanesi’ne kaldırılan Chubbuck’ın kritik durumu devam ediyor.”  
15 Temmuz 1974.

Bu haber pasajını intiharından sonra yerine gelecek olan spikerin okuması için bizzat Christine Chubbuck'ın yazıp ardında bıraktığı biliniyor. Öngördüğü gibi de oluyor: Chubbuck sabah kuşağında canlı yayınlanan "Suncoast Digest" programında aniden çantasından çıkardığı tabancayı kulağının arkasına dayayıp bir saniye bile düşünmeden tetiği çekiyor, sonrasında bilinci kapalı bir şekilde kanlar içinde hastaneye kaldırılıyor ve akşam haberlerinde spiker onun yazdığı metni okuyarak Chubbuck'ın ölümünü duyuruyor... Bu tatsız önbilgiyi paylaşmamın seyir zevkinize ket vuracağını düşünmeyin sakın, çünkü bu filmin ne  olursa olsun insanı hazırlıksız yakalayacak dehşetengiz bir dokusu var. Antonio Campos'un yönettiği Christine, televizyon tarihine geçen bu ürkünç hadiseyi ve perde arkasında yaşananları anlatıyor. Odağına aldığı yılgın ruh gibi yılgın ve yine en az onun kadar içine kapanık, basık bir film bu. Biraz karanlık, biraz delişmen ve fazlasıyla da kötücül. Kapılarını öyle sert kapatıyor ki size, dünyasına katılmak namümkün bir hal alıyor. Ama parolayı biliyorsanız eğer (ki parola depresyonun ta kendisi), halet-i ruhiye tanıdık geliyorsa intihar kulübünde sandalyeniz hazır. Christine'ın dur duraksama bilmeyen nevrozları ve paranoyaları göz göre göre saplanıveriyor ciğerinize. İlk temasta usulca açıyor onulmaz yarasını. Tıpkı kendisinin tek sıkımda işini hallediverdiği gibi. Temiz. Beyne saplanan tek bir kurşun. Ve öldün. Evet. Bu denli çabuk işte dünya sahnesinden el etek çekme süreci. Ama öncesindeki süreç öyle sancılı ve uzun ki izlerken bile yıpranıyorsunuz. Bir sahnede "benim hayatım resmen bir lağım çukuru" diye bağırıyor Christine annesine, "kokudan rahatsız olduğun için üzgünüm ama arada çıkış kapağını bulup kaçabilmen güzel olmalı" diyor. Kendisi ise mütemadiyen acı içinde, ve oradan bir yere kıpırdayamıyor maalesef. "Düşünce yapını değiştirmen lazım, insan isteyince her şeyi başarır" gibi beylik laflar inadına kanatıyor ruhunu. Çektiği kalp ağrıları yetmezmiş gibi bir de fiziksel sancılar peydah oluyor başına üstelik. Christine'ı gitgide içine kapatan onu yoran, sindiren kara deliğin hacmini ve kapılmamak için sarf ettiği son çırpınışları, yaşamın kıyısından kayıp tökezleyerek aşağı düşmemek için adımlarını sağlam atan ve daima bir yerlere bir şeylere tutunma ihtiyacı hisseden insanlar daha iyi anlayacaktır. Neşeli kişiliklerin hazmedebileceğini ve içselleştirebileceğini sanmıyorum ben bu öyküyü. Öte yandan Christine'ın eylemi bütünüyle kişisel bir mesele de değil. İşini zorlaştıran kaos sevici kanal yönetimine ve Amerikan sansasyonel haberciliğine bir ders veriyor ölümüyle. Onları kendi silahlarıyla vuracak bir intihar saldırısı bu tabiri caizse, ama kan gövdeyi götürdükten sonra da yok olan yalnızca kendisi olacak. Burada yönetmenin spot ışıklarını özellikle intihar sahnesine çevirip seyirciyi terörize ederek etkileyici olmanın ekmeğini yeme çabası benim de midemi bulandırdı biraz. Fakat onun dışında her anını soluksuz izlediğim için görmezden geliyorum. Tabii beni yaralayan, boğan, nefessiz bırakan en büyük detay da Rebecca Hall'un akıllara zarar oyunculuğuydu, belirtmeden geçmeyeyim. (A-)

14 Ocak 2017 Cumartesi

Meryl ve Florence Foster Jenkins


Meryl Streep... Yaşayan en yetenekli aktris kuşkusuz. Geçtiğimiz haftaki Altın Küre Ödül Töreninde Cecile B. DeMille Yaşam Boyu Başarı Ödülü'yle kariyerinin bir kez daha taçlandırıldığını duymuşsunuzdur siz de. Kırkı aşkın senedir devam eden sanat yaşamı için dünya üzerindeki hangi methiyeleri düzersem düzeyim hepsi ucuz kalacak, şanına pırıltısına yakışmayacak biliyorum. O yüzden onun ödülünü almak üzere Mamma Mia! film müziği eşliğinde sahneye çıktığı esnada salondan çekilmiş birkaç fotoğraf karesini paylaşıp geçeceğim basitçe...  

2 Ocak 2017 Pazartesi

Toni Erdmann


Rutine hareket kazandırmak... Belki milyonuncu kez yaptığın şeyi (misal; işini) artık olması gerektiği gibi değil de istediğin gibi, içinden geldiği gibi yapmak. Zevkle, neşeyle, mutlulukla... Gülmek, gülümsemek, gevşek olmak aslında ne kadar kolay şeyler. Ve etkileri de ne kadar mucizevi. Hiçbirimiz sonsuza dek yaşamayacağız, bunca koşuşturmanın, çabalamanın kime ne faydası var ki? Eve taşıdığımız eşyaları şöyle bir ağız tadıyla kullanamıyorsak, kendimize, ilgi alanlarımıza ve sevdiklerimize vakit ayıramıyorsak kazandığımız paraların, tırmandığımız kariyer basamaklarının ne önemi var? 21. yüzyıl kapitalist iş dünyasının mensuplarına yaptığı en büyük kötülük onları birbirlerinden uzaklaştırmak olsa gerek. İnsanız ve birbirimize iyi geliyoruz halbuki. Birbirimizde hayat buluyoruz. Birbirimizin hayatlarına dokunuyoruz. Ama galiba en çok ailemizin... Nitekim uluslararası bir firmada yönetici olarak çalışan, kurumsal kimliği öz benliğini katletmiş, bu sebeple ailesini ve tüm sosyal çevresini ihmal etmiş işkolik bir kadının (Ines - Sandra Hüller) sessiz haykırışlarını da yalnızca babası (Winfried - Peter Simonischek) işitiyor ve kızını kapıldığı çarktan koparıp hayata döndürmek, onu mutlu etmek için kollarını sıvıyor. Üstelik bu mukaddes yolda kullanacağı malzemeler de bir takma ad, bir takma diş, bir peruk, birkaç bayat espri ve dev bir sarılıştan ibaret. Bu kadar basit. Ölgünleşmiş rutini canlandırmak, kızının bireysel kimliğini yeniden diriltmek için sevgiyle desteklenmiş mizahın gücü yeter de artar bile. İş dışında hiçbir şey yapmayan, doğum gününü bile iş arkadaşlarıyla ayaküstü kutlamaya hazırlanan Ines'in yaşamı stres dolu ve kaskatı. Bütün o toplantıların, sunumların, iş yemeklerinin, uzun telefon görüşmelerinin ve takım ruhu zırvalarının arka planında uçsuz bucaksız bir yalnızlık gördüm ben. Babası ise tam tersine hayat dolu, sevgi dolu... Kendisine yarenlik eden kör gözlü ihtiyar köpeği öldüğünde bile yalnız kalamıyor. Hayatının her anına sinmiş muziplikler ile karşısına çıkan herkesle ahbaplık kurabilecek kadar da dünya insanı. Kızının hayatına da bu sayede entegre olabiliyor, hem de onun tüm karşı koyuşlarına rağmen. Zira kaleyi içten fethetmeden amacına ulaşması mümkün değil. Finale doğru uhrevi bir boşalma anında bağır çağır icra edilen "Greatest Love of All" şarkısı oradan sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına işaret ve babanın nihayet kızının zincirlerini kırmayı başardığının da kanıtı. Filmin yaratıcısı Maren Ade, birbirlerini pek seven ama birlikte de yapamayan bu iki aykırı ruhtan, samimiyetinden katiyen şüphe etmeyeceğiniz sıcacık bir baba - kız portresi çizmiş, helal olsun. İçinize işliyor. Tüm elemini - kederini mizahla yoğurduğu için de uzun süresine rağmen bunaltmıyor. Toni Erdmann'ın "yaşamaya geldik, sürekli bir şeyleri halletmek zorunda değiliz" yönündeki telkinleriyle etrafınızdaki kariyer kumkumalarını da tanıştırın lütfen. Ben öyle yapacağım. (A)