21 Eylül 2016 Çarşamba

Şer Bayramı: Yol

Öncelikle merhaba diyeyim. Uzun süredir uğrayamadım buralara. Anlatacak şeylerim azalmıştı. Hayatımı yoluna sokmam gerekiyordu, bu süreçte filmlerden, insanlardan ve blogdan uzaklaşıvermiştim. Halen tam manasıyla düzlüğe çıkabilmiş değilim ama bundan sonra daha çok yazacak gibiyim. Hayırlısı.

Sebeb-i  ziyaretime gelecek olursak malumunuz dört gün evvel  Tarık Akan’ı kaybettik. Türk Sineması’nın en iyi jönlerinden biri olduğu gibi, gerçek bir sanatçı ve aktivistti de. Onun 70’li yılların sonlarındaki makas değişiminden bihaberiz çoğumuz. Daha çok romantik komedi, salon filmleriyle tanıyoruz. Maden, Sürü, Karartma Geceleri gibi toplumsal filmleri ne yazık ki geniş kitlelere halen ulaşamıyor. Bugün kendi çapımda Yol filmi hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Yol’un senaryosu Yılmaz Güney tarafından yazılmış. İlk adı da “Bayram” olarak belirlenmiş. Çünkü bayram tatili için hapishaneden bir haftalığına salıverilen beş mahkumun öyküsünü anlatıyor. Film o sırada cezaevinde bulunan Yılmaz Güney’in direktifleriyle Şerif Gören tarafından 1980 darbesinin hemen akabinde yaklaşık 2 senede gizlice çekiliyor. Tamamlandıktan sonra da apar topar İsviçre’ye götürülüyor, kurgusu ve montajı orada yapılıyor. Türkiye’de yasaklandığı için ancak 1999’da gösterime giriyor. Hatta set ekibi bile filmi aylar sonra Kadıköy’de bir evde toplanıp gizlice seyrediyorlar. Sonrasında da Cannes’da gösterilip Altın Palmiye’yi kucaklıyor bildiğiniz üzere.  



Filmin çekim aşaması kadar konusu da merak uyandırıcı. Belki muhteşem bir text, üst düzey oyunculuklar yok ama insanı sarsan, düşündüren birçok olay var. Gerçekle mizansen iç içe. Cezaevinden bir haftalık bayram iznine çıkarılan mahkumlar yurdun dört bir yanına dağılıyorlar. Her biri ayrı hikaye, yol uzun... Ücra köşelerde seyreden külüstür minibüslerin, kara trenlerin penceresinden 12 Eylül darbesinin Anadolu coğrafyasındaki izdüşümlerini; haki rengin solgun, ürpertici gölgelerini izliyoruz. Ve üzerlerine demir yumruk inmiş şaşkın - ürkek insanları. Şehirler, yollar, istasyonlar, otogarlar, otobüsler dolusu insanlar var. Gözlerinde umutsuzluk, sırtlarında yoksulluk, gündelik telaşlarında kaygı var. Acıyla çalınan bağlama tınılarına bebeklerin ağlama sesleri karışıyor. Töre, namus ve şeref naralarıyla üstüne kan sıçramış çorak toprakların sertliği, cahil insancıkların yüreklerinin katılığıyla mütemadiyen yarış halinde. Arka fonda da dönemin iğrenç siyasi iklimi tabii... Koca bir halk tepelerine düşen postal darbeleriyle evlere tıkılmış, sindirilmiş, korkutulmuş. Sevinç ve özgürlük heyecanıyla izne çıkmış mahkumlar dışarısının içerisinden de beter hapishane olacağını nereden bileceklerdi ki...  

Seyit Ali (Tarık Akan), Mehmet Salih (Halil Ergün) ve Ömer (Necmettin Çobanoğlu)’i takip ediyoruz. Başka başka şehirlerde aileleri, dertleri, bambaşka kederleri var. Yol boyunca heyecanlarına tanıklık ediyoruz. Ama bu bayram onlar için şer bayramı oluyor. Dargınlıkların giderilmesi, barış, hoşgörü ve mutluluk gibi kavramlarla anılan bayram memleketteki kiri, nefreti temizlemeye yetmiyor haliyle. Ağzı sulanan azgın kin bayram seyran dinlemeden açığa çıkıyor, kan gövdeyi götürüyor ve insanlar bir hiç uğruna canlarından oluyor. Neme lazım töre böyle buyurdu… “Sen düşünme, biz düşünür sana emrederiz” mantığıyla esir düşmüş yoz bir toplumdan, kendi iradesiyle kalbinin ve aklının sesini dinleyerek yaşamını tayin etmesini bekleyemezsin ki. Elbette gaddar törelere boyun eğecek. Bu halet-i ruhiyeyi doruklarda tatmış kahramanlarımızın başlarına gelenlerden bahsetmeyeceğim. Misal, Seyit Ali’nin gözleriyle sevdiği sevgili eşi Zine (Şerif Sezer)’yi sözüm ona kötü yola düştüğü için töre emriyle karlı dağlara sürgün edişinin detaylarını anlatmayacağım. Bunları öğrenmek için filmi izlemeniz gerekecek.  Hem böylece usulüyle Tarık Akan’ı da anmış olursunuz. Mezarına ışık dolsun! 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder