Evveett... Yeni bir yıla geçmeden eskisinin muhasebesini yapmak adettendir. Ben bu yıl sineması olmayan bir şehirde yaşamanın ve buradan pek
de uzaklaşamamanın haklı üzüntüsü içerisindeydim. Dolayısıyla yılın mahsullerini
de bi’hayli geriden takip ediyorum. Olsundu, kaderdi, neyseydi, dayanılırdı… Henüz
Son of Saul, Carol, The Brand New Testament, Anomalisa gibi kalp atışlarımı
hızlandıran yapımlarla büyük buluşmayı gerçekleştirememiş olsam da, bu durum
seyrettiğim az ama nezih filmler arasından favori kazanmama engel de olmadı. Aşağıda
bu yıl (şimdilik) en sevdiğim 10 filmin listesini bulacaksınız. Altısını daha
önce Sinemarquez sayfalarında ağırlamışım, kalan 4 film için de bilahare izlenimlerimi
paylaşmak isterim efendim... Buyursunlar:
31 Aralık 2015 Perşembe
29 Aralık 2015 Salı
Macbeth
Avusturya'lı yönetmen Justin Kurzel'in nev-i şahsına münhasır Macbeth yorumu, güzelleşebilmek için son çare makyaja umut bağlamış çirkin bir kadın gibi. Ağdalı, allı pullu görüntüler, geniş açı çekimleri ve yavaşlatma efektleriyle şaha kalkmış sinematografi iyi hoş da, dışının müzeyyenliğini içinde bulmak zor. Shakespeare gibi bir dahinin yüce kaleminden dökülen ve yüzyıllarca yaşanırlığını, işlerliğini muhafaza eden bu müstesna satırlar böylesi yavan, kasıntı, bölük pörçük bir uyarlamayı hak etmiyor kesinlikle. Elinin altında bu kadar malzemesi bol, gücünü repliklerinin keskinliğinden alan şanlı şaheser bulunan bir yönetmen, nasıl olur da anlatım yönünden kısırlaşıp ruhunu yitirerek, görsel efektlerin ve destansı borazan seslerinin ardına saklanıp küçük dilini yutar anlamıyorum ben. Bu, Shakespeare'in ölümsüz trajedisine sadık kalıp, metnini saygıyla aynen sinemaya aktarmak değil bence; bu Macbeth'i sindirememek, yaratıcısını rahatsız edip ruhunu çağırmak, gelmeyince de anladığı kadarıyla şiirsel dokuyu bozmadan bir seyirlik oluşturmak. Anlamadığım bir diğer konu da Lady Macbeth rolü için Fransız aktris Marion Cotillard'ın tercih edilmesi. Şayet bu bir Fransız filmi olsaydı eğer, ana dilinde oyunculuğunun doruklarına rahatça çıkabilirdi pek sevdiğim aktris. Fakat burada özellikle uzun monolog sahnelerinde aksanlı İngilizcesi bariz sırıtıyor yani. Filmin yıldızı Michael Fassbender ise gayet başarılı bir performans sergiliyor bu aşikar, ama filmin kasvetvari sıkıcılığını kurtarmaya yetmiyor ne yazık ki... Kurzel'in göstermelik, burnu büyük bir sanatçı havasıyla sunduğu Macbeth'i de, göz göre göre tarihteki başarısız isimdaşlarının arasına gömülüyor; hem de ardından bir hayır duası okuyanı bile olmadan...
(C+)
28 Aralık 2015 Pazartesi
Sarmaşık
Sarmaşık, paranoyaklığı muhayyelliğinde yatan, delicesine gerilimli, seyretmesi de keyifli tertemiz bir yerli film. Mesajını izleyicinin gözüne gözüne sokup antipatikleşen yerli yapımlardan (bkz. Zeki Demirkubuz filmleri) nefret eden ben, bir nebze önyargıyla girdim filme açıkçası. İlk çeyreğinde dünyasına katılmakta zorlandım da; çünkü empati kurmakta güçlük çekeceğiniz tekinsiz karakterleri var filmin. Sonrasında ise yavaş yavaş adapte olduğumu söylemeliyim. Sarmaşık, meselesini öylesine sessiz-sakin ve pazarlıksız bir şekilde aşıladı ki, biz seyircilere yalnızca onu içselleştirip eve dönünce üzerine düşünmek kaldı.
Bir gemiye sıkışıp kalmış, farklı dünya görüşlerine sahip 6
kişilik mürettebatın iç dünyalarındaki çıkmazların perde arkasında, otorite ve
hiyerarşinin çılgın sapıtmışlığıyla, belirsizlik, yokluk, yoksunluk gibi
hislerin dayanılmazlığına odaklanıyor film. Kraldan çok kralcı geleneksel ezik
Türk toplumunun budalalığını ve sorgusuz sualsiz boyun eğmelerini de küfürler
ve Cem Karaca’nın epik şarkısı eşliğinde zevkle iğneliyor. Senarist/Yönetmen
Tolga Karaçelik, gemiye meçhulün tam ortasında demir attırıyor. Gerçeklerden
giderek uzaklaşıp, sanrıların batağına düşen mürettebat önce birbirlerine
saldırıyor, sonra ise bulundukları durumu sorgulayıp işbirliğine girişiyorlar. Karaçelik’in
gemide yarattığı tımarhane atmosferi, paranoyalar ve sarmaşık metaforlarıyla birleşince izleyenleri hayran bırakıyor. Karakterlerin üzerine de
fazlaca kafa yorulduğu belli, hepsi geldikleri ortamı yansıtıyor. Onlar hakkında ortaya koyduğu psikolojik tahliller de gayet yerinde ve etkileyici.
Lütfen gidin seyredin (tabii vizyondaki 3. haftası olmasına
rağmen şu an sadece ve sadece 8 ilde gösterimde. Onun layık olduğu salonlar
Düğün Dernek ve Deli Bal şuursuzluğu tarafından işgal edilmiş durumda maalesef)
huzurlarınızda yılın en iyi Türk filmi ilan ediyorum hatta. Ve Karaçelik genç
bir yönetmen, bu henüz ikinci filmi. Türk Sinemasının yeni yüz akı olması için
seyirciden de ufak bir desteği hak ediyor kesinlikle. Ben Eskişehir’de “Palto Film Günleri” kapsamında izledim filmi
ve biletimi de gişede Tolga Karaçelik’in elinden aldım :) Yani
demem o ki; öğrencilerin arasına karışıp bilet satacak kadar alçak gönüllü bir
adam kendisi, n’olur gidin filmiyle tanışın. Hakikaten Türkiye'de böyle üst düzey filmler senede ancak bir ya da iki kez karşımıza çıkıyor, ısrarla kıymetini bilin kaçırmayın diyorum ben.
21 Aralık 2015 Pazartesi
Mistress America
Mistress
America benim için Baumbach & Gerwig ikilisinin bir diğer filmi Frances Ha
gibi özel bir film. Özel, içten ve içimden… Tevekkeli değil, kendimden bir şeyler
bulmayı bekliyordum zaten de, hemen açılış sahnesinde naklen hatıralarımı
izleyeceğim aklıma gelmezdi tabii. O şaşkınlığımı hala üzerimden atabilmiş
değilim, tesadüfün de bu kadarı... Tracy(Lola Kirke)'nin valizi elinde ilk kez yurt
odasının kapısından içeri girdiği sahneyi kastediyorum. Saçma gelebilir ama
aynısını yaşadım, yani üniversiteyi kazanıp yurt odasına bavulumla yerleşmek
için yorgun argın ve yeni hayatın heyecanıyla adımımı ilk attığımda benim de
karşılaştığım manzara tıpatıp aynıydı, ve bu kişisel bir his, inanın tarif
edebilmem mümkün değil. İnsanın izledikleri karşısında “aaa evet benim de
başıma gelmişti” ya da “çok doğru tespit, karşılaşmıştım” şeklinde tepkiler
vermesi o seyirliği yaşanır ve samimi kılıyor. Baumbach’ın bütün filmlerinde bu
akraba ya da yakın arkadaş hissiyatı mevcut, insanın içini ısıtıyor. Bütün o
adaptasyon sorunları, özgürce kurduğun hayallerin gerçeklerle çarpışarak
kısıtlanması, insanlar tarafından anlaşılmama gibi durumlar, popüler olma hevesleri,
yüksek tansiyonlu gelecek kaygıları çok tanıdık gelmedi mi size de? Noah Baumbach en başarılı ürünlerini hayat arkadaşı Greta Gerwig’le direksiyonun başına geçtiği
iki filmde verdi bana kalırsa. Bu iki filmi de kendi genç-yetişkin buhranlarıma
yetiştirdikleri için müteşekkirim kendilerine. Bu kadar beğenmemin sebebi
kesinlikle kurduğum bağlar.
11 Aralık 2015 Cuma
Crimson Peak
Crimson Peak’in sanat
işçiliğine çamur atacak değilim. Guillermo del Toro zaten kendine özgü dünyası
olan bir yönetmen, burada da altına yaldızlı imzasını atarak, dünyasını tüm tuhaflığı ve
renkliliğiyle sergilemeyi başarmış. Prodüksiyon dizaynı, set dekorları, sinematografisi,
kostüm tasarımı ve görsel efektleri
kusursuza yakın bir kalibrede. Kendi adıma filme olan tahammülümü de bunlara borçluyum. Çünkü çok
kısır bir konuya sahip Crimson Peak. Odağında, birlikte seri cinayetler
işleyecek kadar gözleri dönmüş, geçmişleri karanlık, servet avcısı kafadar
kardeşler (Tom Hiddleston - Jessica Chastain) ile hayaletlere inanan genç bir yazar (Mia Wasikowska) var. Kağıt üzerinde kulağa hoş
gelse de maalesef ağır aksak ilerliyor, sırlar bir türlü açığa çıkmıyor ve bir
yere bağlanamadan da son buluyor. Korku filmi olarak lanse edildiği için
koltuktan fırlatacak, sarsıcı bir sahne beklerken; o, geceleri uğrayan kanlı
hayaletlerin bahşettiği tahmin edilir gizem ve gerilimlerle yetinmemizi
istiyor. Bu tür klişelere sürüklenmesi de haliyle değerini azaltıyor.
Oyunculuk performansları ise ne eksik ne de fazla. Wasikowska ve Hiddleston gayet iyi, ama harikalar yarattıkları da söylenemez. En fazla Chastain’in kanlı – bıçaklı fettan görümce profilini beğendiğimi de söylemeliyim.
Sözün özü; filmden
daha çok, tuhaf atmosferiyle merak uyandıran, ürkünç bir gotik müzesini
andırıyor Crimson Peak. Pek fena bir seyirlik olmasa da sağlam kadrosu ve
görselliğiyle hikayesini izlettiriyor. (B)
9 Aralık 2015 Çarşamba
Norma, Kameralar ve Karanlıktaki Muhteşem İnsanlar: Sunset Blvd.
Son günlerde eleştirmen birlikleri birer
birer sene sonu listelerini açıklayıp ortalığı karıştırmışken, hengameden biraz uzaklaşıp, "Tozlanmış Filmler Köşesi" için
nicedir merak ettiğim Sunset Blvd. filmini izledim, ve tabii ki de çok ama çok
çok çok beğendim. Şimdi izninizle hakkında bir iki kelam etmek istiyorum.
Efendim, 1950,
Hollywood…
Spot ışıklarının
altında sürdürdüğü görkemli saltanat
yıllarına korkunç bir saplantıyla geri dönmeyi arzulayan bir diva Norma
Desmond (Gloria Swanson). Gençlik zamanlarında, -sessiz sinema döneminde- oynadığı filmlerle
tahta çıkmış dev bir oyuncu o… Devir değişip, sinemaya gelen demokrasi(!)
neticesinde “sessiz dönem” kapanıp,
“diyaloglu dönem” başlayınca, yeni çağa ayak uyduramayan eskimiş film
yıldızları da birer birer köşeye
çekilmişler. Norma Desmond ise bu durumu kabul edemeyenlerden. O, yalnızlık ve zenginlikle geçen yıllar
içerisinde gerçeklik algısını yitirerek, yalanlarla kendisini avutmuş, eski ışıltılı günlerine dönüp yeni bir film çekmek için sayfalarca senaryo
metni yazmaktadır.
Hollywood Film
Endüstrisinin bir başka üyesi Joe Gillis (William Holden) ise genç bir senaristtir. Son yazdığı
metinler yapımcılar tarafından beğenilmeyince sefalete sürüklenmiş, evinin ve
arabasının borçlarını ödeyemeyecek hale gelmiştir.
2 Aralık 2015 Çarşamba
By the Sea
By the Sea iki saat boyunca aralıksız göz devirtip, sara krizine sokacak kadar boş, zararlı ve bunaltıcı bir film. Kibirli melankolisi, anlamsız diyalogları ve star ışıltılı, vatkalı kostümleri emanet duruyor. Angelina Jolie, 70'ler Avrupa Sineması'na öykünmüş, hayat arkadaşı Brad Pitt'i yanına alıp, Malta Sahilleri'nde alkolik yazar - nevrotik dansçı ilişkisi üzerine gerilimli ve hicranlı bir evlilik draması çekeyim demiş. Ortaya da gerçekten şık, zevk sahibi bir sanatkarlıkla dizayn edilmiş sahnelerde, pahalı kıyafetlerin ve mobilyaların arasında oldukça ucuz kalan, sünepe, ne anlatmak istediğini bilmeyen, özenti bir nafilelik çıkmış. Üstelik, o pürferah deniz manzaraları bile odağına aldığı çiftin sıkıntılı ve buhranlı ilişkisine maruz kalan seyirciyi rahatlatmaya yetmiyor. Filmin tek iyi yanı havalı giriş sekansında çalan Jane Birkin parçası sanırım, onun için de Angelina Jolie (Pitt) hanımefendiye methiyeler düzecek değilim... O güzelim prodüksiyonu yaratan sanatçıların ve set işçilerinin emeklerine yazık. (D)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)