22 Eylül 2015 Salı

Me and Earl and the Dying Girl


"Me and Earl and the Dying Girl" hoş bir büyüme anlatısı. Kalp ısıtan, birazcık da kıran bir anlatı bu ama… Tıpkı Whiplash gibi Sundance Film Festivali’nde çok sevilmiş, Jüri Büyük Ödülü ve Seyirci Ödülleri ile evine dönmüş filmin yönetmen koltuğunda Alfonso Gomez-Rejon oturuyor. Senaryoyu ise Jesse Andrews, aynı adlı romanından yine kendisi uyarlamış. Bu yılın en iyi bağımsızlarından biri kabul edilen filmi çok, çok beğendim! Henüz yarım saat kadar önce bitirdim ve şimdi kısacık da olsa sıcağı sıcağına konusundan bahsetmek istiyorum... 

Greg (Thomas Mann) 17 yaşında, lise sona gidiyor. Tam bir ergen! Sosyalleşmeyle ilgili problemleri var (hangimizin olmadı ki o yıllarda). Ebeveynlerine bile güvenmediği için okuldan kimseyle yakın ilişki kurup arkadaş olma taraftarı değil. Sıkıcı ve dağ sıçanına benzeyen bir suratı olduğunu düşünüyor. Tek derdi hiçbir belaya karışmadan, kimseyle sorun yaşamadan görünmez bir tip olarak liseyi bitirmek. Hayattaki tek arkadaşı ise Earl (RJ Cyler). Pardon iş arkadaşı demeliydim. Greg ve Earl izledikleri filmlerden esinlenerek birbirinden abuk filmler çekiyorlar. Çocukluklarından beri düzinelercesini çekmişler. İşte bu, son çektikleri filmin hikayesi esasında. Hikayeyi de Greg’in ağzından dinliyoruz. Bu filme yön veren esas kız ise Rachel (Olivia Cooke). Rachel hayat dolu. Rachel şakacı. Rachel eğlenceli. Rachel makaslarla oynamayı seviyor. Rachel kanser hastası… Greg annesinin zoruyla tanışıyor onunla. Greg’in şapşallığı,  gerzekliği Rachel’a; Rachel’in neşesi ve zekası ise Greg’e çok ama çok iyi geliyor. Tabi bir de Earl’ün mantığını ve boş boğazlığını saymadan olmaz…  Üçü arasındaki altı ay süren arkadaşlık görülmeye değer. Nasıl da sakinleştiriyorlar birbirlerini… nasıl da güzelleştiriyorlar… Tabii işler sarpa sarsın da yönetmenimizin anlatacağı bir derdi, kahramanlarımızın ve biz seyircilerin de dökeceği gözyaşları olsun.  Dert değil… 

20 Eylül 2015 Pazar

Far from Men


İnsanlıktan uzak tanrıya yakın dağlarda, çatışmalar ve mermi sesleri eşliğinde varoluş muhasebesi yapan “Far from Men” ne olursa olsun hayat yaşamaya değer diye fısıldayarak mesajını seyirciye ulaştırmayı başarıyor...

Cezayir’de gözlerden uzak bir köyün derme çatma sınıfında öğretmenlik yapan Daru’ya (Viggo Mortensen) günün birinde Arap bir suçlu (Mohamed) emanet ediliyor. Daru, Mohamed’i başka bir şehirdeki karakola teslim edecek. Başta bu görevi reddetse de, ikili zoraki şehre ulaşmak için Atlas Dağları’nı aşacakları yolculuğa çıkıyorlar. Yıl 1954. Tam da Cezayirli asilerin Fransızlara karşı ayaklanma başlatıp, bağımsızlık mücadelesine giriştiği zamanlar. Ortalık karışık. Daru, geçmişte Fransız ordusuna hizmet etmiş Endülüs kökenli eski bir binbaşı aynı zamanda. Mohamed ise, hasatını çaldığı için kuzenini öldürmüş saf bir Cezayir köylüsü. Kuzenleri kan davası çıkartıp geride bıraktığı küçük kardeşini öldürmesinler diye karakola teslim olmakta bulmuş çareyi. Birnevi intihar onunkisi, sırf kardeşi onun yüzünden ölmesin diye, eli henüz bir kadın eline bile değmeden, yaşamaktan nasibini almadan kendi ayaklarıyla gidiyor ölüme. Yönetmen David Oelhoffen bu iki karakter üzerinden yarattığı çatışmalarla, yaşam ve ölüm kavramlarına varoluşçu bir yaklaşım getiriyor. İki farklı kültüre mensup, birbirinin zıttı kişiliklere sahip Daru ve Mohamed arasındaki yol arkadaşlığı, savaş arifesindeki Cezayir’de beklenmedik olaylara, iç hesaplaşmalara gebe.

Daru yaşam, Mohamed ise ölüm. Biri öğretmen diğeri öğrenci… Bu Atlas Dağları ikili için özel olarak kurulmuş bir okul oluveriyor adeta. Daru’nun müfredatında yalnızca çocuklara okuma yazma öğretmek yok ki. Onun fıtratında, benlik telaşına düşmüş kalbi katılaşmışlara insanlık ve hayat dersi vermek de var. Daru bunun için başka bir dünyanın ve yolun mümkün olduğunu hatırlatıyor. Mohamed’i ısrarla yaşamaya ikna etmek için çabalıyor. Hem de ölümün kol gezdiği, kana bulanmış o topraklarda… 


David Oelhoffen, senaryoyu Albert Camus’nun “Misafir” adlı öyküsünden uyarlamış. Cezayir doğumlu bir Fransız olan Camus, o yıllarda Cezayir’in bağımsızlık savaşını hiçbir zaman desteklememiş. Bir arada yaşayabilmenin her zaman mümkün olduğunu savunan yazarın kitabını henüz okumadım ancak film bu görüşün izlerini taşıyor. Oelhoffen’ın her iki yakaya da mesafeli olan tarafsız anlatımı film için yukarı bir ivme. Ne işgalci Fransız ordusu ne de isyancı Cezayir asileri övülmediği gibi savaşı eleştirmeyi de ihmal etmemiş yapım. Bir de bu ateş hattının ortasında Daru’ya ‘sen kimsin, kimlerdensin?’ sorusunu yönelterek de izleği genişletmiş. Zira filmde Daru’nun iç hesaplaşmalarını da duyabiliyoruz. İlk sahnede çocuklara kendi ana dillerinde değil de Fransızca olarak Fransa coğrafyası anlatan Daru, Atlas Dağlarındaki yolculuğundan dönüşünde tahtaya ders konusunu hem Fransızca hem de Arapça olarak yazıyor.


Viggo Mortensen “Daru” rolünde oldukça başarılı. Şefkatli, bilgin, idealist bir köy öğretmeni imajını muntazam bir kalibrede oturtmayı başarmış. Filmin sinematografisinin de Albert Camus’ya ve onun varoluşçuluk felsefesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Yaşadığımızı, ‘evrende bir tuz olduğumuzu’ her sahnede hissettik. Atlas Dağları’nın muhteşem coğrafyasını geniş açılarla tanımamızı sağlayan fotografik kareler de enfesti.

6 Eylül 2015 Pazar

Southpaw


Jake Gyllenhaal’un 2015 marifetlerinden biri Southpaw. Kendi jenerasyonunun en iyilerinden biri olduğunu her filmiyle kanıtlıyor yetenekli oyuncu. Filmografisine baktığımızda birbirlerinden apayrı rollerle sinemaseverlerle buluşuyor ve hepsinde de izleyenlerin gönlünde taht kurmayı başarıyor. Keşke bir de kendisini Scorsese, Fincher, Tarantino gibi ustaların filmlerinde arz-ı endam ederken de görebilsek. İşte asıl patlamasını o zaman yapar diye düşünüyorum ben…