20 Nisan 2015 Pazartesi

Bette vs. Joan : What Ever Happened to Baby Jane?

İşte şöhret hırsının insan yaşamı üzerindeki tesirlerini irdeleyen bir klasik daha! What Ever Happened to Baby Jane? Hitchcockvari gerilimi, üzerine karabasan gibi çökmüş gizemi ve ters köşe yapıp şaşırtan finaliyle eksiksiz-gediksiz bir başyapıt... Aynı kandan iki düşmanın, Hudson Kardeşlerin hikayesi, bir gösteride alkışlar eşliğinde başlamakta ve yıllar yıllar sonra bir yaz günü, kumsalda üzerlerine dikilmiş meraklı gözlerle son bulmakta. Filmin giriş ve sonuç bölümündeki ilgi odağı Jane Hudson, şöhreti çok küçük yaşta tatmış, babasıyla beraber yaptığı gösterilerde  “Baby Jane” sıfatıyla halkın gözbebeği olmuştur. Yetenekli bir çocuktur, bir hayli de şımarıktır. Bu sırada hemen hemen aynı yaşlardaki kız kardeşi Blanche Hudson ise çocukluğunu silik ve içine kapanık bir biçimde, onu sahne arkasından izlemekle yetinerek geçirmektedir. Elbette ki kız kardeşinin el üstünde tutulması, babasının bile Jane’i kayırması, hatta Jane’in onu eziklemesi Blanche’in psikolojisini kötü etkilemekte, henüz küçücük bir kız çocuğu olmasına rağmen, bir gün büyüyüp Jane’den daha fazla sevilen bir insan olmanın hayalini kurmaktadır. Gel zaman git zaman Blanche’in hayalleri gerçek olur… Jane, çocuk yaşta eriştiği ünü, başarıyı gençlik döneminde kız kardeşi Blanche’e kaptırmıştır. Artık devir Blanche’in devridir. İstediği her filmde oynuyor, güzelliğiyle ve yeteneğiyle fırtınalar estiriyordur. Jane ise birbiri ardına çektiği filmlerdeki başarısız performansı yetmezmiş gibi, alkol bağımlılığıyla da halkın gözünden düşmüş ve ayıplanmıştır.  

İkilinin yaşamlarındaki kırılma noktası ise bir trafik kazası olacaktır. Zaten bu iki kız kardeşin hayatları başlı başına bir trafik kazası değil midir? Jane’in sokaklarda kendi yaşıtlarıyla ip atlaması, koşup zıplaması gerekirken; sahnelerde hep daha iyisini bekleyen, doymak bilmeyen seyircileri mutlu etmek için didinerek çocukluğunu tüketmesi; ilerleyen yıllarda da bu seyircilerin performansını beğenmeyerek Jane’e sırt çevirmesi, kendisini alkole vermesine neden olmuştur. Nitekim Blanche’in çocukluğunu daima Jane’i kıskanarak, onun yerinde olmak ve ailenin gözdesi olabilmek için yanıp tutuşarak geçirmesi de pek sağlıklı sonuçlar doğurmamıştır. Bu trafik kazası sonucunda ünlü aktris Blanche sakatlanarak tekerlekli sandalyeye, kazanın bir numaralı zanlısı bitik Jane ise duyduğu vicdan azabı nedeniyle Blanche’e bir ömür boyu bakmaya mahkum olacaktır. 
Yönetmen Robert Aldrich, kazanın gizemini finaldeki sahneye kadar korumayı başarmış ve izleyicinin de faili Jane olarak düşünmesini istemiştir. Öyle ki Jane de alkollü olduğu için kazayı hatırlamıyordur. Bu arada, kaza sekansı 1962 yılının teknolojisine göre büyük bir ustalıkla kotarılmış. Gerçekten övgüyü hak ediyor. Filmin bir diğer başarısı da kurguda yatıyor. Kaza sahnesinden hemen sonra hiçbir kopukluğa mahal vermeden, ikilinin yaşlılık dönemine güzel bir geçiş yapılmış. Tabii, makaslanması gereken birkaç sahne de yok değil...

Yaşlılık dönemi filmin bütün gerilimini yükleniyor. Blanche hala tekerlekli sandalyede. Bütün naifliği ve uysallığıyla yürek burkuyor. Kız kardeşine böylesi bir fenalık yapma fikri (onu arabayla ezip, sakat bırakma düşüncesi) ise Jane’i kahretmiş. Hala Blanche’ten nefret ediyor, ama kazayı hatırlamasa da kendisini Blanche’e bakmak zorunda hissediyor. Duyduğu vicdan azabı onu hepten kötü yapıyor, hasta ediyor. Günbegün deliriyor Jane. Üstelik hala alkol bağımlısı… Kahroldukça içiyor, içtikçe çirkinleşiyor, çirkinleştikçe nefret doluyor, nefret doldukça da Blanche’e ve biz izleyicilere psikolojik şiddette bulunuyor. Buna rağmen, Jane hala içinde “Baby Jane”i yaşatmaya devam ediyor. Hala o eski ışıltılı günlere dönme hevesinde. Ben kendi adıma Jane için film boyunca diğer kardeşe nazaran daha çok üzüldüğümü itiraf etmeliyim. Tamam, kabul kötürüm kız kardeşine etmediğini bırakmıyor ama salt kıskançlık ürünü değil onun yaptıkları. Hayatını mahveden bütün olayların odağında Blanche var. Hepimiz ünlü aktrisleri/aktörleri sevgi seline boğuyoruz, onları göklere kadar çıkartıp bir süre sonra yaşlandı-kilo aldı-performansı düştü diye paçavra gibi yere bırakıyoruz. Birçoğu yaşlanıp, yapayalnız sefil bir halde ölüme terkediliyor. En azından Türkiye’de durum böyle… Açıkçası, Jane’in çocukken söylediği “Babacığıma bir mektup yazdım” adlı şarkıyı, yaşlanınca ayna karşısında cadıyı andıran tipiyle ve kulak tırmalayan sesiyle söylemesi bile beni hüzünlendirdi. Özellikle bütün düğüm çözüldükten sonra kumsaldaki final sahnesinde, deliliğin doruklarına çıkıp o şarkıyı döne möne, dans ederek tekrardan icra etmesi beni hepten hüzne boğdu. Diğer taraftan tabi ki Blanche’e de acıdım ve ona da hak verdim.


Herhalde prodüksiyonun oyuncu seçimindeki başarısından da bahsetmeden yazıyı sonlandıracağımı sanmadınız? İki kız kardeşe Bette Davis (Jane) ve Joan Crawford (Blanche) hayat veriyor. 


Şimdi dilerseniz ufak bir dedikodu yapalım… Efendim bilenler bilir, söylentilere göre bu iki aktris arasında ezelden beri bir sürtüşme, bir düşmanlık varmış. Birbirlerinden ölesiye nefret ederlermiş. Öyle ki, yönetmen Robert Aldrich, düşman kız kardeşler rolü için özellikle bu ikiliyi seçmiş. İyi de yapmış. İki aktris karşılıklı bir şekilde resmen döktürmüş, aralarındaki nefret ve nifak tohumları perdeye mükemmel bir biçimde yansımış. Tabii olan ateş hattında kalan set ekibine olmuş. Çekimler sırasında onlar da bu gerilimden muzdarip zor anlar yaşamışlar. Günümüze kadar ulaşan söylentiler bi hayli de ilginç. İddialara göre, Bette Davis filmde rol almak için sette mutlaka bir Coca Cola makinesinin bulunmasını şart koşmuştur. İçeceğinden değil elbette, amacı kocası Pepsi’nin yöneticisi olan Joan Crawford’u sinir etmektir. Bir diğer söylenti de, Bette’in, Joan’un kafasını tekmelediği sahnede metod oyunculuğunu konuşturarak, Joan’u hastanelik ettiği yönündedir. Bette’in Joan’u rol gereği kucağında taşıdığı bir başka sahnede ise, Joan’un ceplerine taş doldurması sonucu Bette’in belini sakatladığı iddia edilir. Şehir efsanesi midir bilinmez, ama Bette Davis, Joan Crawford için “Alev alsa üzerine işemem!” demiştir… Yarım asır önce yaşanmış olaylar… Doğru olup olmadığını bilemeyiz, ama bildiğimiz bir şey varsa da bu iki emektar oyuncunun filmde rollerinin hakkını vererek oynamış olması...


Tanrım, çenemi tutamayıp yine milyonlarca spoiler verdim. Üzgünüm...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder