8 Mart 2015 Pazar

Sinemanın Yakın Dönemdeki En Tuhaf Kadınları

Blue Jasmine

Eğer bir kadın olarak dünyaya gelseydim Jasmine’e benzerdim herhalde. Onun gibi eksantrik, başına buyruk, nevi şahsına münhasır. Yaşamına düşünmeden tasasız bir şekilde devam etmek isteyen fakat düşünmeden, kaygılanmadan edemeyen… Kontrolü asla elinden bırakmayan ama belli bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırıp saçmalayan…  Özgür ruhunun aksine sırtını birine yaslamadan dik duramayan… Hayatını yoluna koymak için bir şeyler yapması gerektiğinin farkında olan fakat ne yapacağını asla bilmeyen ya da bilmek istemeyen… Neler yapabileceği kestirilmeyen… Sabırlı olduğunu sanan, belli bir noktaya kadar travmalara dayanabilen, sonraysa strese yenik düşüp çığlık atmaya başlayan… Aslında bütün kadınları ruhunda barındıran, hepsine selam çakan… Kendi depresyonunu kendisi yaratan… Ahh deli Jasmine!!! O çok sevdiğin Louis Vuitton marka çantanla geçmişini her gittiğin yere yanında sürüklemeseydin çok daha sağlam başlangıçlar yapabilirdin oysa… Sen de ben de bıraksak keşke anılarımızı bir köşede, unutsak belki, yepyeni bir sayfa karalayabiliriz o zaman. Kim bilir… Jasmine kadar lüks düşkünü değilim tabiki de. Devasa bir malikanede oturmak yerine, kimsenin ağız kokusunu çekmeden, tek odalı bir evde mütevazi bir yaşam sürmeyi tercih ederim. Onun kadar depresif bir ruh haline de sahip olduğum söylenemez henüz, ama öte yandan onun kadar hayat dolu da değilim. Ama sıkıntılı geçen bir günün ardından kendimi attığım bir bankta, onun yaptığı gibi yanımda oturanı darladığım da olmadı değil yani!.. Jasmine’in (aslında tüm kadınların) paradoks ruh hali, yazıyı iyice karmaşıklaştıracak şimdiden uyarayım.

 Gone Girl

Paradoks mu demiştim? Bu sene David Fincher yorumuyla beyazperdenin bahşettiği en paradoks karakterdi kayıp kızımız Amy. Muhteşem Amy mi demeliydim yoksa? Aynı adlı kitaptan yazarı tarafından uyarlanan Gone Girl’ün iki bölümden oluştuğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. İlk bölümde Amy ve Nick Dunne çiftinin harika ilişkilerini, mutlu evliliklerini ve dört dörtlük yaşamlarını izliyoruz. Tabi bunları izlerken bir şeylerin yolunda gitmediğinin de kokusunu alıyoruz inceden. Derken esas kızımız esrarengiz bir biçimde ortadan kayboluyor. Akabinde “hay allah görüyor musun bak nazar değdi, kesin başına bir şey geldi kızcağızın!” şeklinde ah vahlanırken, Nick’in olayalar karşısındaki kayıtsızlığına küfrederken buluyorsunuz kendinizi. Amy’nin hazırladığı kusursuz denklem sayesinde zehirli okları esas oğlana yöneltiyorsunuz hemen. Sonraysa ikinci perde açılıyor ve allak bullak olup, ağzınız bir karış açık bir şekilde Muhteşem Amy’nin çevirdiği türlü dolaplarla, dehşetengiz oyunlarla tanışıyorsunuz. Bir anda Nick aklanıyor gözünüzde. Amy’nin saat gibi işleyen intikam planına odaklanıyorsunuz. Canı yanmış bir kadından daha tehlikeli ne olabilir? –Canı yanmış bir erkek? Bilemiyorum…

Kill Bill

Amy’den daha çok canı yanmış bir kadınla, Gelin (The Bride)’le devam ediyoruz  şimdi yolumuza. En mutlu gününde -düğününde-, bir zamanlar kendisinin de üyesi olduğu suikast timinin kilisede yapmış olduğu katliam sonucunda komalık olan, en yakınlarını orada feci şekilde kaybeden, 4 yıl sonra uyandığı koma uykusunun peşinden hayatını zindan eden eski ekibine bunun hesabını ödetmek için ant içen Gelinin çıktığı yolculuğu, ekip üyelerinden tek tek intikamını alışını izlemiştik Kill Bill’de. Kahramanımızın tek bir filme sığmayan intikam planı Amy’ninkinden daha kanlı ve daha naifti. Bu da en sevdiğim yönetmen Tarantino’nun marifetiydi tabii. Efsane müzikler eşliğinde, unutulmaz dövüş sahneleriyle dolu muhteşem bir filmdi. Elbette ki birkaç kusuru vardı (o, bu yazının konusu değil) ama benim gözümde bir başyapıttı Kill Bill. Bir tarafta Gelinin hayvani bir şekilde insanları doğramasını, şelale gibi fışkıran kanları izlemiştik, diğer tarafta da minik kızıyla kurduğu şefkatli bağa tanık olmuştuk.. Evet, her şeyden öte bir anneydi aslında Gelin. Yavrusunu kaybetme korkusunu derinlerde yaşamış, hayatı zindana dönmüş bir anne o. Tabiki de onu minicik kızından uzakta, bir hastane köşesinde 4 yıl boyunca uyumaya mahkum edenler, intikamın en soğuğuna/en ateşlisine maruz kalacaklardı. Ne sandınız? İşte yukarıda sorduğum sorunun cevabını da bulmuş olduk hemence: -Canı yanmış bir kadından daha tehlikeli ne olabilir? “Canı yanmış bir anne!”

Volver

Anne demişken, İspanya’dan bir annelik örneğiyle devam edelim şimdi de. Pedro Almodovar bu filminde bir ailenin 3 kuşak kadınını anlatıyor. Anne, kızı ve torunu. Anne, bir yangında öldüğü sanılırken, yıllar sonra esrarengiz bir biçimde ortaya çıkıyor. Kızı Raimunda bir film yıldızı olmanın hayalini kurarken, işsiz kocası ve kızına bakmak için zor şartlar altında çalışıyor. Ergenlik çağındaki torun, üvey babasının cinsel istismarına uğrayınca onu öldürüyor. Raimunda da kızını korumak ve kocasının ölümünü gizlemek için yeni bir mücadeleye girişiyor. Volver’in Türkçe anlamı “dönüş”. Her daim kadın gözlemini çok başarılı bulduğum ve bir hayli de sevdiğim Almadovar, Raimunda’nın kocası öldükten sonra başka bir kadına dönüşümünü, annesinin ölümden dönüşünü, ve ailenin kadınlarının doğdukları kasabaya geri dönüşünü anlatıyor bu filmde. Bütün bunları da esrarengiz olayların yaşandığı, erkeklerin kadınlardan önce göçtüğü, batıl inançların ve hayaletlerin uçuştuğu, kaçık kadınların yaşadığı bir kasaba teması üzerinden trajikomik bir şekilde aktarıyor. Özellikle girişteki mezarlık sekansına bayıldığımı söylemeliyim. Bu arada, başroldeki altı kadının da bu film ile Cannes Film Festivali’nde altın palmiye kazandığını dipnot olarak belirteyim. Oyunculuklar muhteşem! (Filmin şarkılı sahnesini en aşağıda bulabilirsiniz.)

Anna Karenina

“Bütün mutlu aileler birbirlerine benzer. Mutsuz ailelerin ise kendilerine özgü mutsuzlukları vardır.” diyordu Anna. O mutsuz ailelerden birine mensuptu ve evet mutsuzluğu da şahsına münhasırdı. Herkesin gıpta ettiği bir kocası vardı aslında. Saygıdeğer, sakin, iyi yürekli… Sonra, çok sevdiği bir oğlu vardı. Dışarıdan bakıldığında şen şakraktı, mesut görünüyordu. Ama velev ki mutsuzdu.  İçinde volkanlar patlıyordu. Kocasını seviyordu ama ona aşık değildi. Bir gün trenden inerken genç bir adama, Vronsky’ye kaptırmıştı gönlünü. Bir süre kuytularda yaşadı ikili aşklarını. Fakat Anna genç adamdan bir çocuk peydahlayınca her şey su yüzüne çıkmıştı işte. Vronsky’nin saman alevi gibi tutuşup aniden sönüveren sevgisi de… Birden “kötü kadın” ilan edilivermişti Anna.  Yasak aşkını tek başına yaşamamıştı oysa suç otağı Vronsky’nin itibarında hiçbir zedelenme yoktu. Şaşırdınız mı? Eminim şaşırmadınız, çünkü 2010lu yıllarda bile insanların algısı bu yöndeyken, 1800lerin Rus halkından farklı bir davranış bekleyemezsiniz. Maalesef namus yalnızca kadınlara biçilmiş bir kaftan hala… Dayanamadı Anna. Her şeyin başladığı yerde, istasyonda bir trenin önüne atlayarak canına kıydı. 

 The Hours

Bir kadını anlamak böylesine zorken, 3 ayrı evrenden 3 ayrı kadını anlayıp – anlatmanın maharetiyle övünüyordu The Hours. Üstelik, edebiyat tarihinin en eksantrik kadın yazarı olan Virginia Woolf’un yaşamı ve onun başyapıtı sayılan Mrs. Dalloway’den ilham alıyordu. 1923’ün Virginia Woolf’unu, 1951’in Laura Brown’ını ve 2001 yılının Clarissa Vaughan’ını (bir yazar, bir okuyucu ve bir kahraman da diyebiliriz) paralel olarak perdeye yansıtan yönetmen Stephen Daldry, aynı zamanda sinema tarihinin en şairane intihar sahnesine de imza atmıştı. Eee Virginia Woolf’a böylesi yakışırdı sonuçta… Anna Karenina’nın tersine, bu filmin başrolündeki 3 kadının da hanelerindeki mutsuzluğun sebebi benzerdi aslında. Üçü de partnerlerine karşı ihanetlerini iç alemlerinde yaşıyorlardı ve üçü de kendilerini bulundukları ortama ait hissetmiyordu. Fakat bir kadının kalbi sırlarla dolu bir okyanustu işte. En derinlere gömdüğü, bastırdığı duyguları bile bir anda kabarıp gün ışığına kavuşabilirdi. “Kalanların yaşamın değerini anlaması için birinin ölmesi gerekiyor” demişti Virginia ve ölen kendisi olmuştu. Onun yazdıklarını okuyan Laura hayatın kıymetini anlamış olacak ki ölmekten vazgeçip, ailesini terk ederek yaşamayı tercih etmişti. Virginia’nın kahramanı, milenyumdaki alter egosu Clarissa (Mrs. Dalloway) ise, ikisinin de kaçtığı şeylerle yüzleşip, gerçekten olmak istediği kadın olmuştu. Ama heyhat, o da mutlu değildi işte…

Et maintenant on va où ?

Bir de kolektif kadınlar var tabi. Lübnan’lı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin filmi “Peki Şimdi Nereye?” Cannes Film Festivali’nde dakikalarca ayakta alkışlanmış. Ülkesindeki iç savaşın, kadınları getirdiği son noktayı başarılı bir şekilde anlatmış Labaki. Tabii melodramlara sığınmaktan da geri durmamış ama yine de çok sevdim ben bu filmi, insana umut aşılıyor. Özellikle de birçok şeyden umudu kestiğimiz şu günlerde… Çok derin bir yaraya parmak basmasına rağmen, mizah duygusuyla insanı hemen gülümsetiyor. Evet, kolektif kadınlar dedim. Peki ya neden? Hristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşadığı Lübnan’da bir köyde geçiyor film. Her yeri kasıp kavuran fitne, gün geliyor bu küçücük köyü de etkisi altına alıyor ve iki dinin mensupları birbirlerine düşüyor. Babalarını, kocalarını ve evlatlarını bu fitne yüzünden kaybetmiş kadınlarsa kutsal bir ittifak kurup bu savaşı engellemeye çalışıyor. Filmde o kadar enteresan sahneler var ki, beğeneceğinize eminim. Bugünün anlam ve önemini belirttiği için özellikle sona sakladım. Aşağıda fragmanını da paylaşıyorum ve bu yazı dizisini de filmde geçen bir sözle kapatıyorum;

    "Her tarafta savaş devam ederken huzuru bulmuş bir köy. Derin bir uykudan yeni bir barışa uyanmış erkekler. Çocuklarını korumak için, silah ve fişek yerine dua ve çiçeklerle savaşan siyahlı kadınlar. Kader yeni bir yol bulmak için onları kullandı…"   






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder