2014 yapımı milyon tane biyografi filminden biri olan Unbroken,
İtalyan kökenli Amerikalı olimpiyat koşucusu Louis Zamperini’nin yarış
pistlerinden okyanus sularına, oradan da Japonya’daki esir kamplarına uzanan
hayretlik verici hikayesini konu alıyor. Zamperini’nin gençliğinde maruz
kaldığı acı ve işkencelere tutulan bir ayna Unbroken. Gösterdiği direnç ve azim
ise o aynanın sırları olsa gerek... Zamperini, 97 yıllık uzun ömrüne, olimpiyat madalyalarını,
bomba uzmanlığını, pasifik okyanusunda aç susuz geçen 47 günü ve Japonya’da
esir kamplarında başına gelen dehşet dolu 2,5 yılı sığdırmış. İkinci Dünya
Savaşı bittikten sonra da sağ salim ailesine kavuşmayı başarmış. İnsan bu kadar
çileyi çektikten sonra akıl sağlığını yitirmeden nasıl hayata tutunur diye düşünmeden
edemiyorum ben. Filmin kamera arkasında ise hepimizin tanıdığı aktris Angelina
Jolie var. Çok yönlülüğüne daima hayran olduğum Jolie’nin ikinci yönetmenlik
deneyimi bu. Coen Kardeşlerin de desteğiyle “artık beni ciddiye alın” diye
haykırıyor sanki bu filmde. Öyle ki bunun için çok çalıştığı, çok emek
harcadığı da belli. Ben gayet iyi kotardığını düşünüyorum bu süreci kendisinin. Çünkü,
izleyince bana hak vereceksiniz, yönetimi kolay bir seyirlik sunmuyor Unbroken.
Çekilmesi zor, karmaşık, emek ve kafa yormanızı isteyen birçok sahne var
filmde. Sonuçta bir dönem filmi ayrıca. Ve Jolie gerçekten bunların altından
kalkmayı başarmış ve hiçbir ayrıntıyı atlamamış. Önümüzdeki yıl da 3. filmini
(By the Sea) çekecek Jolie. Eşi Brad Pitt’le birlikte kamera karşısında da yer
alacak. Merakla bekliyoruz!
Unbroken, Laura Hindenberg’in kitabından uyarlanmış.
Senaryo, 4 farklı senaristin kaleminden izler taşıyor. İlk halini Gladyatör’ün
senaristi William Nicholson yazmış. Daha sonra Richard LaGravenese hikayeye
eklemelerde bulunmuş. Son düzenlemeleri de Coen Kardeşler yapmış. Senaryonun bu
kadar el değiştirmesi anlatımda bir kopukluğa yol açmış elbette, bu
hissedilmiyor değil. Özellikle yan rollerin karakterlerinin derinlerine
inilmemesi, yüzeysel aktarılması filmin en büyük sorunu bence. Mesela, esir
kampında Zamperini’ye türlü eziyetler eden Japon Astsubayı Watanabe’nin,
Zamperini ile alıp veremediğinin ne olduğunu, neden yüzlerce esir arasından bir
tek ona sataştığını anlamakta zorlandık.
Zamperini’ye hayat veren Jack O’Connell için söyleyecek söz bulamıyorum. Çok sağlam bir performans çıkarmış. Özellikle bir sahne var, Zamperini’nin azimle ayakta kaldığı (seyredenler hatırlayacaktır), orada muazzamdı kendisi. İzlerken tüylerim diken diken olmadı değil. Watanabe’yi (namıdiğer Kuş!) canlandıran Japon Rockçı Miyavi de iyiydi aslında. Ancak yüzeysel yazılmış karakterinin kurbanı olmuş kendisi. Bu gözler Schindler’in Listesi’ndeki Amon Goeth’ü (Ralp Fiennes’in muhteşem performansıyla) gördü sonuçta. O yüzden Watanabe o kadar etkileyemiyor ne yazık ki!
Sondaki kolajı çok beğendiğimi söyleyerek bu yazıyı bitirmek
istiyorum. Eğer izlemediyseniz sürprizi bozmak istemem (sanki yukarıda hiç
bozmamışım gibi) o yüzden bundan sonrasını okumayınız. Louis Zamperini’nin 80
yaşında Japonya’da olimpiyat meşalesini taşıyarak koştuğu gerçek görüntüsüyle
final yapıyor film. Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Zamperini’nin kocaman
kalbiyle Japon topraklarını affedişini izliyoruz. Ve böylesine kan ve savaş
dolu bir filmi neden barış meleği Angelina Jolie’nin yönetmiş olduğunu anlamış
oluyoruz(!)
Puan: (B+)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder